Bekaretin Belgeseli “YIRTIK”
MELİSA ÜNERİ YIRTIK BELGESELİYLE BEKARETİ SORGULUYOR!
“Bekaret Finlandiya’da yok, değil mi? Avrupa’da önemli değil, değil mi?”. Son iki yıldır bu soruların bana kaç kere sorulduğunu hatırlamıyorum. Eğer “bekaret” ile anlatılmak istenen biriyle ilk cinsel birlikteliği yaşamak ise, bu herkesin hayatında yüzleştiği evrensel bir kavram. İnsanların Avrupa’da bekareti önemsemediğini hatta böyle bir kavrama sahip olmadığını söylemek çok absürd; aradaki fark, bekaretin kızlık zarı ile eşanlamlı olmamasında yatıyor. Benim de seks ve sonrasına ilişkin kafamda birçok soru işareti vardı, ancak bunların hiçbiri kızlık zarı ile ilgili değildi.
2009’da ilk adımlarını attığım belgesel projem, bekaret hakkındaki antik mitleri ve modern şehir efsanelerini araştırmakla başladı. Doktorlar, psikologlar, din adamları, yazarlar, TV yıldızları ve komedyenler gibi farklı alanlardan birçok uzmanla ses kayıtları yaptık. Değişik yaşlardan ve sosyal sınıflardan insanlarla bekaretin onlar için ne demek olduğunu, ve ilk deneyimlerinde ne hissettiklerini konuştuk. Bütün bunların sonucu olarak ise şu an ilk uzun metrajlı belgeselim Yırtık!ın çekimlerinin ortasındayım. Sanırım, bir buçuk seneyi aşan araştırmalarım ve şu ana kadar yaptığım çekimler toplumdaki genel eğilimleri gösteriyor.
Türk erkeklerinin yarısından fazlasının ilk cinsel deneyimlerini genelevde yaşadığını söylemek yanlış olmaz. Konuştuğum kişiler arasında otuzlu yaşlarında olan, bekareti ve bekaret tabusunu hastalıklı bir saplantı olarak niteleyen nadir erkeklerden biri, özlerindeki çelişkiyi, “Her erkeğin en büyük isteği, dünyadaki büyün kadınlarla yatıp, sonra da bir bakireyle evlenmektir. Bu nasıl bir hastalık?” diyerek özetledi. Sık duyduğum “O sadece benim olsun.” gibi cevaplar pek derin ve incelikli değiller, ama tamamen samimi olduklarını söyleyebilirim. Yine proje kapsamında görüştüğüm Boğaziçi Üniversitesi mezunu 30 yaşındaki bir erkek konuşmacı, içinde neredeyse biyolojik olduğuna inandığı bir “bakire arama” olgusu olduğundan bahsetti. “İlkel tarafım, bir gün oradan çocuğum çıkacaksa, oraya sadece benim girmem gerektiğini söylüyor.” diyerek oldukça dürüst bir şekilde ne hissettiğini anlatmaya çalıştı. Evet, Tabiat Ana erkeğin, yumurtayı tek dölleyenin kendisi olacağına emin olabileceği bir sistem yaratmış. Diğer bir deyişle, eğer kadınınız bakireyse, soyun devamını sağlayacak olan sizin genlerinizdir. Bu önerme, günümüzden 4000 yıl öncesine ait olmasaydı, sonuna kadar destekleyebilirdim.
“Kutsal Fahişeden Bakire Meryem’e, Toprak ve Kadın” kitabının yazarı Emre Caner, bütün bu erkek davranışlarının altında, çağlardır süre gelen ataerkil sistemin mülkiyet algısı olduğunu söylüyor. Bu algı kendisini 6000 yıldır toplumsal ve bireysel hayatta hissettiyor; öyle ki kadının bir erkek tarafından sahiplenilmesi son derece doğal, hatta gerekli görülüyor. Bekaret ise bu sahiplenmenin en uç noktası. Simon de Beauvoir’nın sözü bu zihniyeti özetliyor: ‘Bir malın benim olduğunu kanıtlamanın en iyi yolu, onun başkaları tarafından kullanılmasını engellemektir.’ Bakire arama olgusu erkek beyninden kolayca silinemez, ancak belki de ilk adım, erkeklerin içindeki çelişkileri kendi kendilerine atlatmaya çalışmalarıyla atılacaktır. “Biz toplumdan böyle gördük, böyle gidiyoruz.” bahanesi, kendisine ve topluma saygısı olan bir insanın kurabileceği bir cümle olmamalı.
Bekaret kavramı kadınlar için çok daha incelikli olduğundan, genellemeler yapmak çok da mümkün değil. Ancak söylemeden geçemeyeceğim bir gerçek de şu ki ne kadar bağımsız, eğitimli ve zeki olsak da mahalle baskısını aşmamız imkansıza yakın. Psikolojik danışman Rukiye Karaköşe’nin de dediği gibi, Türkiye’de toplumun en küçük yapı taşı birey değil, aile. Yani evlilik, sosyal ihtiyaçtan ziyade doğanın bir kanunu gibi kabul görüyor. Ancak evililik öncesi seks konusunda konuştuğum kadınların ortak paydaları; öfke, reddetme veya umursamazlık. Hepimiz gibi her gün birey olma mücadelesi veren bu kadınlar, “Bekaret erkeğe sunulan bir hediye değil, benim vücudum, benim kararlarım.” diyerek, ataerkilliğin çağlar boyu süre gelen katılaşmış duvarları arasında, benliklerini yeşertmeye çalışıyorlar.
Bekareti evliliğe saklayan kadınların çoğu, fikirlerini dini inançlara dayandırarak bunun tamamen kendi kararları olduğunu söylüyorlar. Yani kula değil de Tanrı’ya duyulan bir saygının göstergesi olarak saklanıyor bekaret. Ataerkil sisteme başkaldırmadan birey olma mücadelesini sürdürmek isteyenler de büyük bir çoğunluk. 21 yaşındaki bir kadın konuşmacı, bana bekareti bir namus kıstası, seksi de günah olarak görmediğini söylediği halde, “o bildiğimiz geleneksel düşüncelere sahip olan” erkek arkadaşına bakire olduğu yalanını söylediğini, “Evlenirsek diktiririm, çünkü o çok kıskanç ve bu tarz şeyler de uğraşmaya değmez.” diyerek de bu oyunu sürdürmeye devam edeceğini belirtti. Başka bir genç kız ise erkek arkadaşından, bakire olmamasıyla ilgili en küçük bir yorum duyması halinde ilişkisini bitirebileceğini söyledi. Ancak erkek arkadaşı önceki deneyimleri hakkında soru sorduğunda anal seks gibi birkaç küçük detay konusunda yalan söylediğini kabul ediyor.
“Bu kadınlar toplumu ve kendilerini kandırıyorlar!”, diyerek cinsel deneyimleri hakkında yalan söyleyen bu kadınları zayıf birer irade sahibi görmek kolay bir kaçış noktası gibi görünüyor. Ancak aynı kadını başka yönleriyle de olsa aslında her gün içimizde yaşıyoruz. Bu noktadan baktığımızda ataerkil baskıya karşı çıkmaya gücü olmayan, ama gizlice bu kuralları esneten kadınlar için, yalan söylemek belki de mücadelenin bir parçasıdır…
Yırtık! taraf tutmaktan ziyade, bekaret olgusunu tüm çıplaklığıyla masaya yatırmaya çalışıyor. Yarı Türk yarı Fin genç bir kadın olarak, İstanbul’ a geri dönmem bana sanki çift kimlik verdi: biri bizden, biri yabancı. Sanıyorum ki, aksanım ve Avrupalı damgam sayesinde insanlar bana yaşadıklarını daha rahat anlatabildiler. Neden bu kadar kişisel sorular sorduğumu düşünmektense, çoğunluk benimle kendi fikirlerini ve kendi İstanbul’larını paylaştı. Bazılarının cinsellik hakkında gerçekten konuşmaya ihtiyaç duyduğunu da gördüm. Hikayeler ve ideolojiler her ne kadar farklı olsa da herkesin ortak bir yanı vardı; sorunlarının ve sırlarının yer yer ne kadar trajikomikleştiğinin hepsi farkındaydı.
Bekaretin toplumda iki yüzü var; biri trajik olan kadın tarafı, diğeri ise görece komik olan erkek tarafı. Freud’un söylediği gibi gülmek çoğu zaman içimizdeki utancın, sıkıntının ve korkunun yansımasıdır. Bu toplumsal korkuyla yüzleşmenin yollarından birinin de mizah olduğuna inanıyorum. Ve hedef başkaları değil, imkansız beklentilerimiz ve kendimiz olmalı. Ciddiyeti bir kenara bırakarak göz boyamaların, utancın, suçluluğun ve kendini sürekli sorgulamaların karşısına geçip bir an bile olsa gülebilmeliyiz. Bundan daha bakir ne olabilir?